11 Eylül 2013 Çarşamba

Yaşam Bir Fırsattır



Yaşam bir fırsattır. İyiye veya kötüye kullanabilirsin veya boşa harcayabilirsin. Bu sana bağlı. Senin dışında kimse bundan sorumlu tutulamaz. Sorumluluk bireye aittir.
Bunu anladığın zaman tetikte ve farkında olmaya başlarsın. Tamamen farklı bir şekilde yaşarsın. Hatta o zaman ilk kez canlanırsın.
Diğer tarafta insanlar bir tür rüyada yaşıyorlar – yarı uykuda, yarı uyanık…bilinç ile bilinçsizlik halleri arasında bir yerde. Bu gerçek hayat değil aslında. Varsın – ama yaşamıyorsun.
Varolmak sana bahşedilir. Varolmak bir armağandır. Yaşamın kazanılması gerekir. Varoluş kendi içine döndüğünde bu yaşam olur. Varoluş sana bütünün armağandır; sen onu elde etmek için bir şey yapmadın. O oradadır işte, gerçektir. Varoluş yaşama dönüştüğü zaman…bilinçli bir şekilde varolmaya başladığın zaman birdenbire varoluş yaşama dönüşür.
Bilinçli varolma hali yaşamdır.
Yaşam büyük bir mücadeledir, bilinmeyene doğru bir macera, kendi içini ve varolanı keşfetme yolculuğu. Bilinçsiz bir yaşam sürersen, sadece varolmakla yetinirsen, ölümden hep korkarsın. Ölümün nefesini devamlı ensende hissedersin. Sadece yaşam ölümün ötesine geçebilir.
Varolma hali gelir, geçer. Sana verilir, sonra geri alınır. Denizde bir dalgadır…yükselir, düşer, yokolur.
Ama yaşam sonsuzdur. Bir kez elde ettin mi sonsuza dek senindir. Yaşam ölümü tanımaz. Yaşam ölümden korkmaz. Yaşamın ne olduğunu anladığın anda ölüm yokolur.
Hala ölümden korkuyorsan şunu iyi bil – sen daha yaşamadın.
Ölüm sadece cehalet sayesinde varolur – yaşamın ne olduğu konusundaki cehalet. İnsan yaşamaya devam eder. İnsan bir andan diğerine, bir eylemden ötekine geçer ve neyi neden yaptığının, bir yerden diğerine niçin savrulduğunun hiç farkında değildir.
Biraz daha fazla meditasyona yöneldiğinde gün içerisinde arada kendini tamamen bilinçsizce hareket ederken yakalayacaksın.
Dinin tüm çabası seni kendi varlığından haberdar etmektir.
Varoluş artı farkındalık sonsuz yaşama eşittir – İsa’nın bolluk içinde yaşam, tanrının krallığı diye adlandırdığı şey.
Tanrının krallığı senin içinde. Tohumu zaten içinde var. Sen onun yeşermesine izin vermelisin. Güneşe çıkmasına, özgür olup özgürce hareket etmesine, yükseklere gitmesine, sonsuzluğa dokunmasına izin vermelisin. Yükseklere çıkmak mümkün -ama temel olan farkındalıktır.
Carl Jung ölmeden kısa bir süre önce verdiği bir röportajda, “İnsan doğasını daha iyi anlamamız gerekiyor, çünkü varolan tek gerçek tehlike insanın kendi içinde. Esas tehlike ta kendisi ve biz acınası bir halde bunu ıskalıyoruz. İnsanı hiç tanımıyoruz,” diyor.
Bir yanlış saptama sürüp gidiyor, o da şu, varolduğun için kim olduğunu bildiğini sanıyorsun. Varolduğunu hissedebilirsin, ama kim olduğunu bilmiyorsun. Karmaşık bir his, varolduğuna dair belli belirsiz bir duygu, yeterli değil. Bu hissin çok berrak olması gerekiyor. İçinde devamlı yanan bir ışık gibi olmalı. Ancak o zaman insan ne olduğunu bilir.
Sanskritçede “insan” için “purusha” kelimesini kullanıyoruz. Bu kelime müthiş güzel. Tercümesi zor çünkü üç anlamı var. Üç farklı vurgu ile telaffuz edilebiliyor. Kelime purusha. Pur u sha şeklinde söylenebilir. O zaman “şehirdeki şafak… içi ışıkla dolu olan” anlamına geliyor.
Puru sha olarak da söylenebilir. O zaman “bilgelik ve sonsuz mutlulukla dolu…cennetin vatandaşı” demek oluyor.
Pu rusha olarak telaffuz edilebilir. Bu ise “tutkularından arınmış ve ölümsüz olmuş” anlamına gelir.
İçinde birçok olasılık var, üst üste katmanlar halinde. İlk katman beden oluyor. Eğer beden ile özdeşleşirsen geçici, anlık olanı seçiyorsun. Bu durumda ölüm korkusu olacaktır.
Beden akıcıdır, bir nehir gibi – devamlı değişken, hareket halinde. İçinde sonsuzluğa ait bir şey yoktur. Beden her an değişir. Aslında, beden her an ölür. Yetmiş yıl sonra birdenbire düşüp ölmezsin. Beden her gün ölür. Ölüm yetmiş yıl sürer; bir süreçtir.
Ölüm bir olay değil, uzun bir süreçtir. Zaman içinde beden artık kendini ayakta tutamayacak bir noktaya gelir. Çözülür.
Eğer bedenle özdeşleşiyorsan tabii ki ölümün hep peşinde olduğu korkusu ile yaşarsın. Yaşarsın, ama her zaman korku içinde. İnsanın temeli sarsılıp duruyorsa bu ne biçim bir hayattır ki? İnsan bir volkanın tepesinde oturmuş da her an ölecekmiş gibi hissediyorsa? Ve tek bir şey kesindir – ölümün gelmekte olduğu – ve diğer her şey belirsizdir.
İnsan nasıl yaşayabilir? Nasıl sevinebilir? Nasıl dans edip şarkı söyler ve varlığını sürdürür? İmkansız. Ölüm izin vermez. Ölüm çok baskın ve çok yakındır.
İçinde bir katman daha var: beyin – o bedenden de daha geçici ve uçup gidici. Beyin de devamlı çürüme halindedir.
Beyin bedenin iç kısmı, beden de beynin dış kısmıdır. Bunlar iki ayrı şey değildir. Beden ve beyin demek doğru değil. Doğru ifade tarzı beden-beyin oluyor. Sen psikosomatiksin. Yoksa beden ile beyin ayrı ayrı varolmuyor. Beden beynin dışa vurumu, beyin de bedenin girift hali…bir elmanın iki yarısı – biri dışı, diğeri içi.
Bedenle özdeşleşen insanlar var. Onlar materyalist. Yaşayamıyorlar. Çaresizce uğraşıyorlar, elbette, ama yaşayamıyorlar. Bir materyalist yaşıyormuş gibi yapabilir ancak; yaşayamaz. Yaşamı fazla derinleşemez; ancak sahte, yüzeysel olabilir – çünkü devamlı ölmekte olan beden aracılığı ile yaşamaya çalışmaktadır.
Yanmakta olan bir evde yaşıyor. Orada dinlenmeye çalışıyor. Nasıl dinlenebilir? Nasıl sevebilir?
Materyalist seks yapar, sevemez. Çünkü seks geçicidir; sevgi ise sonsuzluğa aittir. İnsanlarla vur-kaç yöntemi ile ilişki kurar, gerçek ve kalıcı olarak değil. Hep kaçışlardadır, çünkü bedenle özdeşleşmektedir. Beden hiç durmaz; devamlı hareket halindedir.
En fazla seks yapabilir – geçici, anlık bir şey; derin değil, ruhuna inmeyen, içine işlemeyen. Varlıklar uzakta kalır; bedenler karşılaşır, birleşir ve uzaklaşır.
Materyalist en aptal insan tipidir, çünkü ölüm aracılığı ile yaşamaya çalışmaktadır. Bu aptallıktır.
Bir diğer insan tipi de idealisttir – beyinle, fikirler, ideolojiler, ideallerle özdeşleşir. Çok kısa ömürlü bir dünyada yaşar – materyalistten hiç farkı yoktur. Tabii egosu daha şişkindir çünkü materyalisti lanetleyecek durumdadır.
Tanrı’dan söz eder, ruhtan söz eder, dinden ve büyük meselelerden söz eder. Öbür dünya hakkında konuşur – ama bunların hepsi boş laftır. O beyninde yaşar: devamlı kara kara düşünür, fikir ve sözcüklerle oynar durur. Beyninde ütopyalar, büyük güzel hayaller kurar – ama o da fırsatını harcamaktadır. Çünkü fırsat şimdi buradadır ve o hep başka yerleri düşlemektedir.
“Ütopya” çok güzel bir kelime. “Asla gelmeyecek olan” anlamını taşıyor. Asla gelmeyecek, gelemeyecek bir şeyi düşünüyor. Başka bir yerde yaşıyor. Burada varlığını sürdürüyor ama başka yerde yaşıyor. Bir ikilemin içinde yaşıyor. Büyük bir gerilim içinde varlığını sürdürüyor. Politikacılar, devrimciler, sözde teologlar, din adamları, hepsi beyinle özdeşleşen bir yaşam sürüyorlar.
Ve esas yaşam hem bedenin hem de beynin ötesinde aslında. Bedeninin ve beyninin içindesin ama ikisinden de ibaret değilsin. Beden dış kabuğun, beyin iç kabuğun, ama sen ikisinin de ötesindesin.
Gerçek yaşam bu gerçeği fark edince başlar.

OSHO 
YAŞAM BİR FIRSATTIR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder