13 Kasım 2013 Çarşamba

Cesaret - Osho



Geçmiş, anılar, deneyimler, beklentilerden oluşan rüşvetler... Bütün bunlar bir araya gelince seni akıllı yapar, ama net olamazsın. Seni kurnaz yapar, ama zeki olamazsın. Bu dünyada başarılı olmanı sağlayabilir, ama varlığının derinliklerinde başarısız olursun.

Ve en sonunda yüzleşeceğin başarısızlık karşısında, bu dünyanın bütün başarıları hiçbir şey ifade etmez. Çünkü nihai olarak sadece içindeki öz seninle birlikte kalır. Diğer her şey kaybolur: Başarıların, gücün, adın, şöhretin, hepsi birer gölge gibi kaybolur.

Sonunda seninle kalan tek şey başlangıçta getirdiğindir. Bu dünyadan, sadece getirmiş olduğun şeyi götürebilirsin.

Hindistan'da dünyayı bir tren istasyonunun bekleme odası gibi görme düşüncesi yaygındır; o senin evin değildir. Sonsuza dek bekleme odasında kalmayacaksın. Bekleme odasındaki hiçbir şey sana ait değildir: mobilyalar, duvardaki resimler... Onları kullanırsın; resmi incelersin, koltukta oturursun, yatakta uzanırsın, ama hiçbiri sana ait değildir. Sadece birkaç dakikalığına ya da en fazla birkaç saatliğine oradasın, sonra gitmiş olacaksın.

Evet, bekleme odasına yanında ne getirdiysen, sadece onu alıp gideceksin: sana ait olanı. Bu dünyaya ne getirdin? Ve dünya, kesinlikle bir bekleme salonudur. Bekleyiş, saniyeler, dakikalar, saatler, günler olmayabilir, yıllarca sürebilir; ama yedi saat ya da yetmiş yıl beklemen neyi değiştirir?

Yetmiş yılda, bir bekleme odasında olduğunu unutabilirsin. Oranın sahibi olduğunu, hatta inşa ettiğin ev olduğunu düşünmeye başlayabilirsin. Bekleme odasının duvarına, üzerinde adın yazan bir plaka koyabilirsin.

Bazı insanlar... Çok yolculuk yaptığım için bununla sık karşılaşıyorum. İnsanlar bekleme salonlarının tuvaletlerine isimlerini yazıyor. İnsanlar bekleme salonunun mobilyalarına isimlerini kazıyor. Aptalca görünüyor ama insanların bu dünyaya yaptığına çok benziyor bu.

Osho - Cesaret Kitabın

Sevgi, doğal bir bilinçlilik durumudur. Ne kolay, ne de zordur. Bu sözcükler ona uygulanamaz. Bir çaba olmadığı için ne kolay olabilir ne de zor. Nefes almak gibi bir şey! Kalbin atması, kanın vücudunda dolaşması gibi bir şey.

Sevgi senin varlığındır. Ama bu sevgi neredeyse imkansız olmuştur. Toplum buna izin vermez. Toplum seni öyle bir şartlar ki, sevgi imkansız olur ve ancak mümkün olan tek şey olarak nefret ortaya çıkar. O zaman nefret kolaydır; sevgi ise sadece zor değil, imkansız olur. İnsan çarpıtılmıştır. Eğer insan en baştan çarpıtılmazsa onu köleleştirmek imkansız olur. Politikacılar ve din adamları çağlar boyunca derin bir gizli ittifak içinde olmuştur. İnsanlığı bir köle topluluğuna dönüştürmek için işbirliği yapmıştır. İnsandaki her türlü başkaldırı duygusunu yok ediyorlar; ve sevgi bir başkaldırıdır, çünkü sevgi sadece kalbin sesini dinler ve başka hiçbir şeyi umursamaz.

Sevgi tehlikelidir çünkü seni bir birey yapar. Ama hükümetler ve kiliseler kesinlikle bireyleri istemez. Onlar insan değil koyun ister. Onlar sadece insan gibi görünen ama ruhları derinden ezilip büyük hasar gördüğü için bir daha onarılamaz hale gelmiş kişiler olsun ister.

Ve bir insanı yok etmenin en iyi yolu da, onun içindeki doğal sevgiyi yok etmektir. Eğer insanda sevgi olursa, ülkeler varolamaz; ülkeler nefret üzerinde varolabilir. Hintliler Pakistanlılardan, Pakistanlılar da Hintlilerden nefret eder. Ancak o zaman bu iki ülke var olabilir. Eğer sevgi ortaya çıkarsa sınırlar yokolur. Eğer sevgi gerçekleşirse, o zaman kim Hıristiyan ve kim Yahudi olur? Eğer sevgi ortaya çıkarsa, din de kaybolacaktır.

Eğer sevgi ortaya çıkarsa, kim tapınağa gidiyor olacak? Ne için? Tanrı'yı aramanın tek nedeni var: sevgi eksikliği. Tanrı, eksikliğini hissettiğin sevginin yerine geçen bir şeydir. Mutlu olmadığın, huzurlu olmadığın, coşkuyla dolmadığın için Tanrı'yı arıyorsun. Aksi halde, kim önemserdi? Kimin umurunda? Eğer hayatın bir dans ise, zaten Tanrı'ya ulaşmışsın demektir. Seven bir kalp Tanrı'yla doludur. O yüzden aramaya gerek kalmaz, dua etmeye gerek kalmaz, herhangi bir tapınağa ya da rahibe gitmeye gerek kalmaz.

O yüzden rahip ve politikacı ikilisi insanlığın düşmanıdır. Onlar büyük, gizli bir ittifak içinde çünkü politikacı bedenine ve rahip de ruhuna hükmetmek istiyor. Kullanılan araç da aynı: Sevgiyi yok et. O zaman insan içi boş ve anlamsız bir varoluştan başka bir şey olmaz. O zaman insanlığı istediğin gibi yönlendirebilirsin ve kimse başkaldırmaz, kimsede isyan edecek cesaret olmaz.

Sevgi cesaret verir, sevgi bütün korkuyu siler atar; ve zalimler senin korkularına bel bağlar. Senin içinde bin bir çeşit korku yaratırlar. Etrafın korkuyla çevrili, bütün psikolojin korkuyla dolu. İçinin derinliklerinde titriyorsun. Sadece yüzeyde belirli bir görünüm sergiliyorsun; bunun altındaysa üst üste korku katmanları bulunuyor.

Korku dolu bir insan sadece nefret edebilir; nefret, korkunun doğal bir sonucudur. Korku dolu bir insan aynı zamanda öfke doludur. Korku dolu bir insan, yaşamdan yana olmaktan çok, yaşama karşıdır. Korku dolu bir insana huzur, ancak ölümle gelirmiş gibi görünür. Korku dolu bir insan intihara meyilli olur, yaşama karşı olumsuz tavır takınır. Hayat onun için tehlikeli görünür çünkü yaşamak demek sevmek demektir. Nasıl yaşayabilirsin? Nasıl bedenin yaşamak için nefes almaya ihtiyacı varsa, ruhun da yaşamak için sevgiye ihtiyacı vardır. Ve sevgi tamamen zehirlenmiştir.

Sevgi enerjini zehirleyerek senin içinde bir bölünme yarattılar; seni ikiye bölüp, içinde bir düşman yarattılar. Bir iç savaş yarattılar ve o yüzden sürekli çatışma halindesin. Bu çatışma senin enerjini dağıtıyor; o yüzden hayatın sana zevk ve neşe vermiyor. Bu enerjiyle birlikte taşınıyorsun; donuk, yavan, sönük oluyorsun, zekân köreliyor.

Sevgi, zekâyı keskinleştirir, korku köreltir. Senin zeki olmanı kim ister? Herhalde gücü elinde tutanlar değil. Senin zeki olmanı nasıl istesinler? Eğer zeki olursan onların stratejilerini, oyunlarını görmeye başlarsın. Onlar senin aptal ve vasat olmanı istiyor. İş söz konusu olduğu zaman verimli olmanı istiyorlar ama zeki olmana karşılar; o nedenle insanoğlu potansiyelinin ancak en alt seviyesini ortaya koyabiliyor.

Bilimsel araştırmacılar sıradan bir insanın hayatı boyunca zekâ potansiyelinin sadece yüzde beşini kullandığını söylüyor. Sıradan insan sadece yüzde beş kullanıyor. Peki ya sıradan olmayanlar? Peki ya bir Albert Einstein, bir Mozart, bir Beethoven? Araştırmacılar bu çok yetenekli insanların bile yüzde ondan fazla kullanmadığını ifade ediyor. Ve dahi olarak tanımladığımız kişiler bile sadece yüzde on beş kullanıyor.

Herkesin potansiyelinin yüzde yüzünü kullandığı bir dünyayı düşün... o zaman tanrılar dünyayı kıskanır, o zaman tanrılar dünyada doğmak ister. O zaman dünya bir cennet olur. Süper bir cennet olur. Şu anda bir cehennem.

Eğer bir insan kendi başına bırakılırsa, zehirlenmezse, o zaman sevgi basit olur, hem de çok basit. O zaman bir sorun yaşanmaz. Yatağında, aşağı doğru akan bir nehir gibi, buharlaşıp yükselen su gibi, çiçek açan ağaçlar ya da öten kuşlar gibi olur. Bunlar kadar doğal ve kendiliğinden olur.

Ancak insan rahat bırakılmaz. Çocuk doğar doğmaz, zalimler onun enerjisini ezmek için üzerine atlar ve onu o kadar derinlemesine çarpıtırlar ki, o kişi sahte bir hayat sürdüğünün, düzmece bir hayat sürdüğünün hiçbir zaman farkına bile varamaz. O yüzden yaşamak için doğduğu hayatı, ona bahşedilen hayatı yaşayamaz; gerçek ruhunu yansıtmayan, sentetik ve plastik bir yaşam sürer. O yüzden milyonlarca insan bu kadar büyük bir ıstırap içinde, çünkü bir noktada yanlış yola saptıklarını, aslında kendileri olmadıklarını, hayatlarında bir şeylerin temelde yanlış olduğunu hissederler.

Eğer bir çocuğun doğal bir şekilde büyümesine yardımcı olunur, izin verilirse sevgi çok basit olur. Eğer çocuğun doğayla ve kendisiyle uyum içinde olmasına yardımcı olunursa, çocuğun doğal ve kendisi olması, kendisi üzerinde yanan bir ışık olması için her türlü destek ve cesaret verilirse, o zaman sevgi çok basit olur. İnsan sadece sevgi olacaktır!

Nefret neredeyse imkansız hale gelir çünkü birinden nefret etmeden önce, bu zehri kendi içinde yaratman gerekiyor. Bir şeyi başkasına ancak sende varsa verebilirsin. O yüzden de nefret edebilmen için içinin nefret dolu olması gerekir. Nefret dolu olmak ise cehennemde acı çekmek demektir. Nefret dolu olmak ateşte yanmak demektir. Nefret dolu olmak, en önce kendini yaralaman anlamına geliyor. Bir başkasını yaralamadan önce kendini yaralaman gerekiyor. Diğeri yaralanmayabilir, bu ona bağlı olacaktır. Ancak kesin olan bir şey var: Nefret etmeden önce uzun bir sıkıntı ve ıstırap yaşaman gerekiyor. Diğer kişi belki nefretini kabul etmeyip, onu geri çevirecek. Diğer kişi bir Buda olabilir ve senin nefretine kahkahalarla gülebilir. Seni affedebilir, tepki vermeyebilir. Eğer tepki vermiyorsa onu yaralaman mümkün olmayabilir. Eğer onu rahatsız edemiyorsan, ne yapabilirsin? Onun karşısında kendini güçsüz hissedersin.

Bu durumda, diğerinin yaralanacağı kesin değildir. Ama kesin olan bir şey var: Eğer birinden nefret ediyorsan, önce kendi ruhunu sayısız şekilde yaralaman gerekiyor; başkalarına zehir atabilmek için önce bu zehri içinde biriktirmen gerekiyor.

Nefret doğal değildir. Sevgi bir sağlık belirtisidir; nefret ise hastalık durumudur. Tıpkı hastalık gibi doğal olmayan bir şeydir. Ancak doğa ile bağını kopardığın zaman, varoluşla uyum içinde olmadığın zaman, kendinle uyum içinde olmadığın zaman, en derinindeki özle uyum içinde olmadığın zaman ortaya çıkar. O zaman hasta olursun; psikolojik, ve ruhsal olarak hasta. Nefret, yalnızca bir hastalığı gösterir; sevgi ise sağlık, bütünlük ve kutsallığın işaretidir.

Sevgi en doğal şeylerden biri olmalıdır; ama değil. Tam aksine, en zor şeylerden biri olmuştur; neredeyse mümkün olmayan bir şey. Nefret kolaylaşmış durumda; nefret için eğitilip hazırlandın. Hindu olmak demek, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler için nefret dolu olmaktır; Hıristiyan olmak, diğer dinler için nefret dolu olmak demektir. Milliyetçi olmak, diğer milletlerden nefret etmek demektir.

Sevmenin tek bir yolunu biliyorsun, bu da başkalarından nefret etmek. Ülkeni sevdiğini, ancak başka ülkelerden nefret ederek gösterebiliyorsun. Kilisene duyduğun sevgiyi ancak başka kiliselerden nefret ederek gösteriyorsun. Berbat durumdasın!

Bu sözde dinler sürekli sevgiden söz ediyor ama bu dünyada giderek daha da fazla nefret yaratmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Hıristiyanlar sevgiden söz ediyor ama din adına birçok savaşlar, Haçlı Seferleri yarattılar. Müslümanlar sevgiden söz ediyor ama onlar da cihatlar, dini savaşlar yaratıyorlar. Hindular sevgiden söz ediyor ama eğer dini yazıtlarına bakarsan nefret dolu olduklarını, diğer dinlere yönelik nefret içinde olduklarını görürsün. Ve bizler bütün bu saçmalıkları kabulleniyoruz! Bunları direnmeden kabulleniyoruz çünkü bunları kabul etmeye şartlandırılmış durumdayız. Bize hayatın böyle olduğu öğretildi. O nedenle de kendi doğanı sürekli inkar ediyorsun.

Sevgi zehirlenmiştir ama yok edilmemiştir. Bu zehir atılabilir, sisteminden çıkarılabilir; arınabilirsin. Toplumun sana zorla benimsettiği her şeyi kusabilirsin. Bütün inançları ve şartlandırmaları geride bırakabilirsin: Özgür olabilirsin. Eğer sen özgür olmaya karar verirsen toplum seni sonsuza dek köle olarak tutamaz.

Artık eski kalıpları geride bırakıp, yeni bir yaşam biçimine başlamanın zamanı geldi; doğal bir hayat tarzı, zalim olmayan bir hayat tarzı, her şeyden elini eteğini çekmiş değil, şenlikli bir hayat. O zaman nefret giderek daha da fazla imkansızlaşacaktır. Nasıl hastalık sağlığın karşı kutbuysa, nefret de sevginin karşı kutbudur. Ama hastalığı seçmeye ihtiyacın yok.

Hastalık, sağlığın sahip olmadığı birkaç avantaja sahiptir; bu avantajlara bağlanma. Nefretin de sevginin sahip olamadığı birkaç avantajı vardır. O yüzden çok dikkatli olmalısın. Hasta insana herkes daha duyarlı davranır, kimse onu incitmez, herkes ona söylediklerini dikkatle tartar çünkü o çok hastadır. Odak noktasında kalır, herkesin merkezinde yer alır - aile, arkadaşlar - merkezdeki insan olur, önemli birine dönüşür. Eğer bu öneme, bu ego doyumuna çok fazla bağlanırsa bir daha sağlıklı olmak istemez. Hastalığa kendisi tutunur. Psikologlar birçok insanın hasta olmanın avantajları nedeniyle hastalıklarına bağlandığını ifade ediyor. Hastalıklarına o kadar uzun zamandır yatırım yapıyorlar ki, o hastalığa dört elle sarıldıklarını tamamen unutuyorlar. Eğer sağlıklarına kavuşurlarsa tekrar bir hiç olacaklarından korkuyorlar.

Bunu da sen öğretiyorsun. Küçük bir çocuk hastalandığı zaman bütün ailenin ilgi odağı oluyor. Bu tamamen bilime aykırı bir şey. Çocuk hastalandığı zaman gereğini yap ama çok fazla üzerine eğilme. Bu çok tehlikeli çünkü eğer hastalıkla senin ilgin arasında bir bağ kurulursa... eğer tekrar tekrar olursa, bu zaten kaçınılmazdır. Çocuk ne zaman hastalansa bütün ailenin odak noktası olur: Baba gelir, yanına oturur ve nasıl olduğunu sorar, doktor gelir, komşular ziyarete gelir, arkadaşları arar ve gelenler hediye falan getirmeye başlar. Bütün bunlara çok fazla bağlanabilir; bu durum egosu için o kadar besleyici olmaya başlar ki, bir daha iyileşmek istemez. Eğer bu yaşanırsa, sağlığa kavuşmak imkansız olur. Artık hiçbir ilaç faydalı olmaz. O kişi hastalığa kararlı bir şekilde bağlanmış olur. Birçok insanın, çoğunluğun başına bu gelmiştir.

Nefret ettiğin zaman egon tatmin olur. Ego ancak nefret ettiği sürece var olabilir; çünkü nefret sayesinde kendini üstün hissediyorsun, nefret sayesinde kendini soyutluyorsun, nefret sayesinde kendini tanımlıyorsun. Nefret sayesinde belirli bir kimliğe sahip oluyorsun. Sevgide egonun yok olması gerekir. Sevgide artık ayrı değilsin. Sevgi, başkalarıyla aynı potada erimeni sağlıyor. O bir buluşmadır, bir kaynaşmadır. Eğer egoya çok fazla bağlanırsan, o zaman nefret etmek kolaydır ve sevmek ise en zorudur. Dikkatli ve tetikte ol: Nefret, egonun gölgesidir. Sevgi için büyük bir cesarete ihtiyaç vardır. Çok büyük bir cesarete ihtiyaç vardır çünkü egonun kurban edilmesi gerekmektedir. Sadece bir hiç olmaya hazır olabilen insanlar sevebilir. Sadece bir hiç olmaya hazır olanlar, egolarından tamamen arınmış olanlar, bilenemeyenden gelecek olan sevgi hediyesini almayı başarabilirler.

EGO KORKAKLIKTIR. Korkaklık, egonun sadece bir parçası değil, egonun tamamıdır. Böyle olması kaçınılmazdır çünkü ego sürekli teşhir edilme korkusuyla yaşar: İçi boştur, aslında öyle bir şey yoktur; o sadece bir görünümdür, gerçeklik değil. Ne zaman bir şey sadece bir görüntüyse, bir serapsa, tam merkezinde korku olması kaçınılmazdır.

Çöldeyken uzakta bir serap görüyorsun. O kadar gerçekçi görünüyor ki, aslında varolmayan suyun içinde, civardaki ağaçların yansımasını bile görüyorsun. Ağaçları görüyorsun, sudaki yansımasını bile görüyorsun; su dalgalanıyor ve ağaçların yansıması da bu dalgalarla birlikte titriyor. Ama bütün bunları uzaktan görüyorsun. Yakınlaştığın zaman serap yok olmaya başlıyor. Aslında orada bir şey yoktu; gördüğün sadece güneş ışıklarının çölün sıcak kumlarındaki yansımasıydı. Bu yansımada ve güneş ışıklarının dönüşünde bir vaha serabı yaratılıyor. Ancak bu durum sadece uzaktan baktığın zaman varolabiliyor; yakınlaştığın zaman böyle bir şey olmadığını görüyorsun. Yakınlaşınca sadece sıcak kumu ve yansıyan güneş ışıklarını görüyorsun.

Farklı bir bağlamda anlaması daha kolay olacaktır. Aya baktığın zaman onun güzelliğini ve dingin ışığını görüyorsun. Ancak ilk astronotlar çok şaşırdı çünkü aya yaklaştıkları zaman bir ışık olmadığını gördüler. Ay sadece düz ve çorak bir toprak parçasıydı... bitki örtüsü ya da herhangi bir yaşam yoktu, cansız bir kaya parçası. Ancak ayda dolaşırken dünyaya baktıkları zaman hayretler içinde kaldılar: Dünya çok güzel bir ışıkla parlıyordu.

Bu ışıkla kıyaslandığı zaman, ay ve ayın güzelliği çok sönük kalıyordu. Dünya, aydan sekiz kat daha büyük olduğu için ışığı da sekiz kat daha yoğundu. Astronotlar bunun gerçek olmadığını biliyordu ama gözleriyle görüyordu. Böyle bir şey yoktu... çok garip bir şey: Astronotlar dünyadayken, ayın çok güzel bir beyaz ışık yaydığını görüyordu. Ayın yüzeyinden baktıkları zaman ise ay sadece cansız bir kaya parçasıydı ve dünya çok güzel bir ışıkla parıldıyordu. Dünyayı biliyorlardı, hayatları boyunca burada yaşamışlardı ama hiç böyle bir şey görmemişlerdi. Güneş ışığının yansımasını görmek için uzaktan bakmak gerekir.

Dünya da ışık yayıyor. Güneş ışığı dünyaya ulaştığı zaman bir kısmı dünya tarafından emiliyor ancak çoğu geri yansıyor. Bu yansıyan ışığı ancak dünyadan çok uzakta olduğun zaman görebilirsin; aksi taktirde göremezsin.

Ego aslında varolmayan bir olgudur. Senden uzakta olan insanlar onu hissedebilir, görebilir ve ondan incinebilir. Senin tek endişen onları kendine fazla yaklaştırmamaktır. Herkes başkalarını belirli bir mesafede tutmaya çalışıyor çünkü insanların fazla yaklaşmasına izin vermek demek kendi boşluğunun kapılarını açmak demektir.

Ego diye bir şey yoktur. Ancak sen egonla o kadar özdeşleşmişsin ki, egonun ölümünü, egonun kaybolmasını sanki senin ölümünmüş gibi hissediyorsun. Bu doğru değil; tam tersine, ego öldüğü zaman gerçek benliğini, içindeki özünü hissedeceksin.

Egoist biri her zaman korkak olacaktır. Hiçbir yakınlığa izin veremez. Dostluk, sevgi ve hatta normal arkadaşlık bile tehlikelidir. Adolf Hitler odasında birinin uyumasına asla izin vermezdi. O her zaman yalnız uyur, kapıyı içeriden kilitlerdi. Hiç evlenmedi, çünkü çok basit bir nedeni vardı: Eğer evlenirsen, eşinin odaya gimesine izin vermek zorunda kalırsın. Sadece odaya değil, yatağına da almak zorunda kalacaktı. Bu fazla yakın olacaktı ve fazla tehlikeliydi.

Hiçbir dostu yoktu. İnsanlarla arasına her zaman bir mesafe koyuyordu; hayatı boyunca onun omuzuna elini koymuş tek bir kişi bile yoktu. Bu kadar yakınlığa izin veremezdi.

Korktuğu neydi? Bu kadar korkmasının nedeni neydi? Böyle bir yakınlığa izin verdiği an, "büyük Adolf Hitler'in" büyüklüğünün kaybolacağından korkuyordu. Onu fazlasıyla küçük, pigme gibi bir yaratık olarak görebilirdin, hiçbir büyüklüğü yoktu. O büyüklük sadece posterlerde, yapılan o yoğun propagandalarda vardı.

Bir insan ne kadar egoistse, o kadar yalnız kalmak zorundadır. Yalnız olmak mutsuzluktur ama her şeyin bir bedeli vardır. Var olmayan egonun gerçek görünmesi için bir bedel ödemen gerekir. Bunu mutsuzlukla, acıyla ve ıstırapla ödersin. Ne olursa olsun; herkesi uzak tutmakta başarılı bile olsan, sen aslında bunun bir sabun köpüğü olduğunu biliyorsun. Küçük bir iğne bile onu yok edecektir.

Napolyon Bonapart, egoizm tarihinin en büyük egoistlerinden biridir, ama yenilgiye uğratıldı. Bu yenilginin nedenini değerlendirmeye değer.

Napolyon küçük bir çocukken, sadece altı aylıkken, bakıcısı onu bahçede bırakıp bir şey almak için eve gittiği zaman bir sokak kedisi çocuğun üzerine atıldı. Altı aylık bir bebek için kedi, büyük bir aslan gibi görünmüş olmalı. Her şey izafidir ve birbiriyle orantılıdır. O yüzden o bebek için kedi aslında büyük bir aslandı. Kedi sadece oyun oynamak istiyordu ama çocuk büyük bir şok yaşamıştı ve bu şok çok derinlere işlemişti. Genç bir erkek olduğunda birçok savaşta dövüşmüştü, müthiş bir askerdi, bir aslanla bile savaşabilirdi ama yine de kedilerden korkuyordu. Bir kedi gördüğü an bütün cesaretini yitirir, birden altı aylık bir bebeğe dönüşürdü.

İngiliz başkomutan Nelson bu durumu biliyordu. Nelson, Napolyon ile kıyaslanabilecek bir asker değildi ama buna rağmen Napolyon'un yenilgiye uğradığı tek savaş bu oldu. Nelson ön cepheye yetmiş tane kedi getirdi ve Napolyon yetmiş kediyi gördüğü zaman, sinir krizi geçirdi; zavallı adama bir tanesi bile yetiyordu. Yardımcısına döndü ve şöyle dedi: "Komutayı sen devral. Ben savaşacak durumda değilim; düşünecek durumda bile değilim. Bu kediler beni mahvetti."

Tabii savaşı kaybetti.

Onu Nelson'ın yendiğini söyleyen tarihçiler yanılıyor. Hayır, o psikolojik bir oyuna yenildi. Kediler tarafından, kendi çocukluğu tarafından yenilgiye uğradı, kontrol edemediği korkusu tarafından yenilgiye uğratıldı.

Saint Helena adında küçük bir adaya hapsedildi. Ada çok küçük olduğu için kelepçeye bile gerek yoktu, çünkü buradan kaçmak söz konusu değildi.

Burada geçirdiği ilk gün yürüyüşe çıktı. Yaşadığı sinir krizi ve yenilgi nedeniyle yanında sürekli bir doktor bulunduruluyordu. Doktorla birlikte küçük bir patikadan yürürken, karşı yönden gelen ve büyük bir ot yığını taşıyan bir kadınla karşılaştılar. Patika çok küçük olduğu için birinin yol vermesi gerekiyordu. İngiliz olmasına rağmen doktor kadına bağırdı: "Kenara çekil! Karşında kimin olduğunu bilmiyorsun. Yenilmiş olması hiç önemli değil. O, Napolyon Bonapart!"

Ama kadın o kadar cahildi ki, Napolyon Bonapart adını hiç duymamıştı. Hemen karşılık verdi: "Ne olmuş? O kenara çekilsin! Kendinizden utanmalısınız. Ben sırtında onca yük taşıyan bir kadınım. Size yol mu verecekmişim?"

Napolyon Bonapart doktorun elini tuttu ve onu kenara çekerek konuştu: "Napolyon Bonapart adını duyan dağların yol verdiği zamanlar geçmişte kaldı; artık o sabun köpüğü söndü. Sırtında ot taşıyan kadına yol vermem gerekiyor."

Yenildikten sonra olanları idrak etmişti. Hayatı boyunca bir korkuyu sürekli bastırmıştı. Bu durum büyük bir sır olarak saklanıyordu ancak artık açığa çıkmıştı ve korkusu herkes tarafından öğrenilmişti. Napolyon Bonapart artık bir hiçti.

Büyük bir egoistin düştüğü durum bu.

O yüzden korkaklığın egoizmindir parçası olduğunu düşünme; onun tamamıdır o. Ego, korkaklık demektir. Egosuz olmak ise korkusuz olmaktır. Çünkü artık senden hiçbir şey alınamaz; ölüm bile içinde var olan hiçbir şeyi yok edemez. Birisi tarafından yok edilebilecek olan tek şey egodur.

Ego o kadar kırılgandır ki, her zaman o kadar ölümün eşiğindedir ki, ona tutunmuş olan insanlar içlerinde, ta derinlerinde korkuyla titrerler.

Egoyu bırakmak bir insanın yapabileceği en yüce eylemdir. Bu senin yiğitliğini gösterir, göründüğünden daha büyük olduğunu ispatlar. İçinde ölümsüz, yok edilemez, sonsuz bir şey olduğunu ispatlar. Ego seni korkak yapar.

Egosuzluk seni yaşamın sonsuz gizeminin korkusuz bir arayışçısı haline getirir...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder